18 Nisan 2009 Cumartesi

EZiK

Yine bir çarşamba sabahı. Uyuyamadım. Kargalar daha büyük abdestini şeetmeden uyanıverdim. Uyku tutmadı. Sağa dön yok sola dön yok. "Eeh yeter mına koyim" dedim ve apar topar kalktım yataktan. İki kat yorgandan sonra kendimi martın sabah serinliğinde kırlarda çırılçıplak koşarmış gibi hissettim. İliklerime kadar dondum ulan. Hemen üstüme hırkamı geçirdim. Kahretsin o da çok soğuktu. Yine donuyordum. Camı açtım içerisi havalansın diye deermişiiiim. Masamın üzerindeki boş a4 kağıtlarının ve hemen dibindeki kurşun kalemlerin yakınına gittim. Eğildim ve bilgisayarımı açtım. Açılmasını beklerken duvara baktım boş boş. Bilgisayar açıldı ve her zaman yaptığım gibi feysbukumu lastefemimi ve emesenimi açtım. Emesenden Umut Sarıkaya'ya mail attım;"Bugün buluşuyoruz unutma". Buluşmaya boş gitmemek için programları aşşaa indirip WordPad açtım ve yazdım;

"O gün Saydan'la her salı olduğu gibi pide yemek için çıktık okuldan. Yanında arkadaşı vardı. hep beraber yürüyoruz pideciye doğru. Tipik bir kış havası vardı sokakta. Evet sokaktaydı hava. Caddelerde ya da E-5 üstünde yoktu bu kış havası. Tipik kış havası işte. Havanın kasveti yürürken insanın dik durmasını engelliyordu. Bunalımlı bunalımlı yürüyordu insanlar. Bir de kamburumu hesaba katarsak süründüğümü söylesem abartıyor sayılmam. Hadi kasveti geçtik hava yağmurlu. Hiç sevmem yağmuru. İnsanlar ne zevk alır yağmurda deliler gibi koşturmaktan hiç anlamam. Tamamen aptallık ve şapşallık olarak görürüm. Bi de rüzgar varsa -ki o gün de yüzgarlı olacağı tutmuş havanın- asla ileriye bakamazsın. Ya da benden kaynaklanan bir şey bu. Kendim öyleyim diye genelleme yapıyor da olabilirim. Hmm.... Düşündüm de gözlük takanları bu genellemeden kapı dışarı edebiliriz. Onların gözüne yağmur damlası girmesi gibi sorunları olamaz. Düşünün kasvetin ağırlığı ve rüzgarın hızlandırdığı yağmur mermileri. Asla yürünmez. Yürüyemedim de zaten.

Kambur kambur yürümeye çalışıyorum. Önüme çıkan hiçbir şeyi göremiyorum haliyle. Direye yaklaştığımı direkle aramda yirmi santim kala farkediyorum ve ani bir çalımla kendimi tehlikeden kurtarıyorum. Sonra karşıma başka bir direk çıkıyor... Sonra bir adam, köpek, araba...

Bu sırada Saydan'la arkadaşı sohbet ediyor ben de fırsat buldukça sohbete eşlik ediyorum. Nasıl bir eşlik etmekse bu artık. İkisi de sabit bir şekilde yürüyor. ne direğe çalım atıyorlar ne de yer değiştirmek zorunda kalıyorlar. Dışarıdan bakan birinin gözüyle: " Yürürken sohbet eden iki insan ve bu sohbetin dışında kalmış sadece aynı yöne gittikleri için beraber yürüyen bir üçüncü şahıs. Aralarındaki tek muhabbetin merhaba nasılsından ibaret olması." Dışarıdan bakan bir başkasının gözüyle de: "Hocasını koridorda koşuştururken yakalayan bir öğrencinin adamın peşinden sadece bir soru sormak için koşturması. Hocanın öğrencisini siklememesi, "hıhı, evet, öyle" umursamaz cevaplar vermesi, öğrencisinin de metrelerce hocasının peşinden koşmaya ve hocasına sorular sormaya devam etmesi. Hocanın abartıp telefonunu cebinden çıkarıp görüşme yapması(ya da öğrencisi peşini bıraksın diye görüşme yapıyor gibi yapması), öğrencinin de "neyse iyi günler hocam" diyip durması ve hocasını arayı hızlıca açtığını izlemesi". Dışarıdan bakan herkesin gözüyle "Ezik lan bu çocuk".

Evet lan Ezikim. Yağmur ve kasvet bahanem. Sohbete girmek için kıçımı yırtıyorum ama bir türlü uygun anı yakalayamıyorum. Önce Saydan'ın yanına geçip aramızda geçen komik bir anıyı hatırlatıyorum sırf benim de içinde geçtiğim bir konu çıksın ben de katılayım diye. Ama saydan siklemiyor bu dediğimi. Evet bana bakıyor o anda. Dinliyor. Sonra kafasını sola arkadaşına çeviriyor. Sohbete kaldıkları yerden devam ediyorlar. Demek ki beni dinlememiş. "Mınakoyim lan bi dinle adamı hasta etme" diye söyleniyorum içimden. Sonra arkadaşının yanına kayıyorum üstün manevra yeteneğimi kullanarak. Çevikliğim bu konuda işe yarıyor. Sohbetin noktasını bekledim ve beklediğim an geldi.ağzımı açıp cümleme başlayabilmek için nefes aldım. Aldım almasına da "ne diyecem lan ben şimdi" diye içimi dövdüm. Kızı tanımıyorum ki. Daha yeni tanışmışım. Ne söyleyebilirim ki o anda. "Nerelisin" ya da "Hangi okulda, hangi bölümde okuyorsun" gibi soruları sormak için en uygunsuz zaman olduğunu düşündüm ve ağzımı açığım gibi nefes verip kapattım. Sonra tekrar Saydan'ın yanına geçtim ve hiçbirşey konuşmadan onlarla beraber yürümeye devam ettim. Arada sohbetlerinde dikkatimi çeken yerlerde kafamı onlara çevirdim ve dinledim. İşta bu çok ezik bir durum; "İki kişiyi sohbet ederken dinlemek".

Yürüyoruz. Yolun son çeyreğine yaklaştık. Ama ben hala ritim tutturamadım. Bir hızlanıyorum bir yavaşlıyorum. Yolun karşısına geçerken birden hızlanıp onları geçiyorum ve karşıda onları beklemek zorunda kalıyorum. Ağaca yaklaşıyoruz onlar tek vücud yürüyorlar ve hiç yerlerini değiştirmeden hiç dağılmak zorunda kalmadan ağacı solluyorlar. Ama beni hesaba katmadıklarından kendi başıma solluyorum ağacı ve ne ritim kalıyor ne konum. Tekrar eski yerime gelmek için hızlanıyorum sola doğru. Sonra bir direğe yaklaşıyoruz, sonra da insan sürüsünün içinden geçiyoruz. Yine onlar tek vücud ben tek vücud.

Ve bu ızdırap gibi geçen on dakikanın sonunda pideciye vardık. Kapının gibindeki masaya oturduk. Önce arkadaşı oturdu saydan da karşısına geçti. Ben de kararsız kalıp arkadaşının yanına oturdum. Pideleri söyledik. İçerideki buram buram kebap kokusu burnumda şölen etkisi yarattı adeta. Acıktırıyordu da aynı zamanda. İşte bu olaya bayılırım."Oh be sonunda ızdırap bitti. Oturduk pideleri söyledik. Koku şöleni eşliğinde acıkarak pidelerin gelmesini bekliyorum. Bundan güzel an olur mu hiç" dedim kendi kendime (tabi içimden). Ama ızdırap geçmek bilmiyordu. Düşünmeden kapının dibindeki sandalyeye oturduğumu farkettim kapı sürekli açılıp kapanınca. Her açıldığımda iliklerime kadar titriyordum. Ama yerimi değiştirmeye utandım o an. Neden yer değiştirdiğimi merak edecekler. Sormayacaklar nedenini ve akıllarında soru işareti kalacak. Montumu giymek geçti içimden. Ama hiç akıllıca olmayacağını düşündüm. Utandığımı yerimi değiştiremediğimi düşünürler diye vazgeçtim bu düşünceden. Zaten pideler gelince mecburen çıkarmak zorunda kalacaktım. Montumun kollarını yağ içinde bırakacak değildim herhalde.

Saydan tuvalete gitti ve arkadaşıyla yalnız kaldık. O sırada biraz sohbet geçti arada. Bu anlarda sus pus oturmayı kimse sevmez. Boş da olsa olsa konuşma gereği duyar insan. Sonra kız sigarasını aldı eline. "Rahatsız olup olmadığımı sordu". Ben de "Dumanı bana gelmezse sorun olmaz" diye karşılık verdim. Ama yaktığı anda sigaranın dumanını ciğerlerimde hissettim. Hiçbir şey demeden karşıya geçtim. O da farketti rahatsız olduğumu bişey demedi. Çünkü anladım farkettiğini. "Artık gönül rahatlığıyla oturabilirim" dedim içimden.

Saydan da geldi. Yine onlar muhabbet ettiler ben de dinledim. Ve kurtarıcı geldi. Garson pideleri getirdi. Burnumdaki şölen gözlerime de sıçradı pidelerin o görüntüsünü görünce. (İnanır mısınız şu anda bu satırları yazarken acıktığımı hissettim. Ama saat gecenin 2:44'ü. Bisküviden başka birşey bulamam mutfakta. Neyse kendime bir bisküvi açayım. Geldim). Nerede kalmıştık. Pideler... Afiyetle yedik pideleri. Günün en eğlenceli anıydı o yarım saatlik kısım. Çünkü dilime yansımıştı şölen.

Pideler bitti, hazmettik yediklerimizi ve kalktık. Ve tekrardan başladı ızdırap dolu dakikalar. Önüme ilk çıkan direği tuttuğum gibi söktüm yerinden. "Yeter mınakoyim dır dır dır amma konuştunuz! İki dakka susun adam gibi laf dinleyin!" dedim. Korkmuşlardı. Birden kendime geldim. "Durun korkmayın" dedim. Yaklaştım yanlarına elimde direkle. Geriye hamle yapmaya başladılar. Ben de onlar geriye hamle yaptıkça ileri, onlara doğru hamle yaptım. Bir iki derken geri dönüp koşmaya başladılar. "Durun kaçmayın benden" diye bağırdım arkadalarından. Baktım durmuyorlar kovalamaya başladım elimde direkle. "Eeh yeter mınakoyim bi durun da dinleyin!" dedim ve direği onlara doğru fırlattım. Direk arkadaşının kafasına isabet etti. Koşarak yanlarına gittim. Yerde yatıyordu kız. Saydan da dibinde dizleri üstüne çökmüş durumda kızı kaldırmaya çalışıyordu. Dağ gibi uzun sivri bi şişlik belirdi saçlarının arasından. Ayağa kalktığı gibi bayıldı. O an saydanla göz göze geldik. "Mınakoyim naptım olum sen!" diyip kovalamaya başladı. Ben de kaçarken " Olum istemeden oldu napayım" diye şapşal şapşal gülerek karşılık verdim. Ama o durmadı beni kovalamaya devam etti, ben de pişmiş kelle gibi sırıtmaya."

Evden çıktım direk kopi sentıra. Uzun süre bekledim iki tane kağıt için. Nihayet bitti ve koşarak buluşma noktasına gittim. Bu Umut beni durakta bekliyordu. Belli ki çok bekletmişim. Ayağıyla yere tempoyla vurarak saat saatine bakıyordu bu yarrak gibi adam. Beni gördü ama kolunu indirmedi tepkisini belli etmek için. Haklıydı piç çok beklettim. Neyse hemen yandaki dönerciye oturduk. Hiç sohbet yoktu ama. İkimiz de harıl harıl elimizdeki yarım et döneri bitirmeye çalışıyorduk. Dönerim önce bitti ve çantama uzanıp içine alelacele tıkıştırdığım kağıtlarımı çıkardım ve önüne attım yarraan. Hiç birşey söylemedim. O da anladı okumasını istediğimi. Nasıl da kendini beğenmiş. Göz ucuyla okuyor bir de. Utanmaz ırz düşmanı seni. Sessizlik oldu uzun süre. Okuyordu. Okudukça da sinirlenmeye ve sinirini belli etmeye başlıyordu. Artık sonuna gelmişti sanırım. Çünkü baya süre geçti aradan. Ve bir çığlık belirdi. Kart bir çığlık. Hayır çığlık değil anırmaydı. Öküz müdür nedir? Orrr... Neyse. Adam ayağa kalktığı gibi masadaki tuzluğu kafamda parçaladı. "Ne lan bu. Beni mi taklit ediyorsun. Senin saçını başını yolarım şıllık" diye bağırtıya dönüştü o algılayamadığım anırması. O an benden güçlü olduğunu hissettim ve korktum. Hem de çok. "Abi yapma nolur. Söz bir daha olmayacak. Bırakacağım artık bu işleri. İyi aile çocuğu olacağım. Bak ne güzel konuşuyorum Türkçe'yi." dedim ürkek bir ses tonuyla. Ama bu ses tonu onun gücüne güç katmıştı adeta. Ustanın çevirdiği döneri almadı eline onun yerine sakinleşmeyi tercih etti. Sağ elinin baştaki üç parmağını birleştirip nasihat moduna girdi adam. " Bak oğlum. Adam gibi laf dinle ve bırak bu taklit etme işini. Telif hakkı diye birşey var sonuçta. Sen farkına bile varmadan donuna kadar alırım. Şimdi topla pılını pırtını ve defol mutfağımdan da evimden de. Ben de bunun üstüne daha fazla cevap vermiyip kağıtları masanın üstünden ekmek kırıntılarıyla birlikte alıp çantama tıkıştırdığım gibi kapının yolunu tuttum. Cevap veremediğim için kapıyı hızlıca çarpmakla yetindim. Arkamdan söyleniyordu "Vay utanmaz. Bacak kadar boyuyla beni taklit ediyor. Bu da yetmezmiş gibi kapıyı yüzüme çarpıyor orospu çocuğu".

not: bu yazım tamamiyle olmasa da hayal ürünüdür. ayrıca umut sarıkayaya karşı hiçbir kin beslememekteyim. aksine yazılarını ve karikatürlerini büyük bir beğeniyle takip etmekteyim +rap

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder