27 Aralık 2009 Pazar

Sabahtan Osman'a

Bibip bibip bibip bibip... Bu ses ne sesi? Tabi ki siktiriboktan telefon alarmı. Eskiden telefon mu varmış. Herkesin tamamen mekanik masa saaati vardı. Çınıçınıçını çalardı. Tamam kötü bir ses bunu kabul ediyorum ama bir kere çınnnnn’lasın o zaman hiçbir sese değişmezsiniz buna eminim. Tamam belki bir iki sese değişebilirsiniz ama güzel sestir sonuçta çın.

Alarm’a mümkün mertebe en hoşlanmadığınız sesi koymanızı tavsiye ederim. Çünkü sabahın köründe bu ses sizi o güzel tatlı pembe rüyanızdan bastonun tutacağını boynunuza takarak çekip yatağınıza fırlatıyor. İstediğiniz kadar güzel sesler kuşlar böcekler yavru çeylanlar koyun o sonuçta ALARM. Her sabahın korkulu rüyası. “Ay sevgilim telefonumun alarmına senin sesini koydum çok tatlı uyanıyorum aşkitom”. Hayır. Külliyen yalan. O alarm her öttüğünde insan küfrederek uyanır abahın köründe uyanmanın verdiği o iğrenç his yüzünden. Alarm çalmaya başladığında “üff yaa bıktım her sabah erkenden uyanmaktan. Eeeh yeter sen de bi sus atacam seni camdan aşşaaa” diye yankılanır sesler zihnin allak bullak boşluğunda. Bu sesler aynı zamanda o çok sevdiği sevgiliye de gider. Ha aklınca güzel bir şey yaptığını düşünür bu ikoncan ama asrın hatasını yapmıştır farkında değil. Ulan ben en sevdiğim şarkıyı koymak gibi bir hata işledim siz biliyor musunuz? Şarkı bilinçaltıma öyle bir işledi ki şarkıyı her duyduğumda kendimi çok kötü hissediyorum. Sanki birden ocak sabahına dönmüşüm ve 6:30da alarm çalmış. Şimdi o sıcacık yataktan kalkacaksın buzhanede buz gibi olmuş pantolonu giyeceksin sonra bin kere yüzünü yıkamana rağmen patlamayan afyonunla otobüs durağına gideceksin- ha bu arada hava buz gibidir-. Otobüse binip metrobüse, metrobüsten inip öteki metrobüse, öteki metrobüsten inip okula yürüyeceksin. Mına korum böyle güne mi başlanır. Alarmı kurmadan 8de kalkacaksın ve bir saat keyif yapıp kahvaltıya oturacaksın. Sonra yaylana yaylana çıkıp okula gideceksin. Ama bu ancak bahar geldiğinde dersler gevşediğinde gerçekleşiyor. Nedense dersler kışın bi yoğun bi yoğun sorma.

Bir de ilkokulda çağlarında hepimizin bilinçaltına işlemiş bir anne sözü vardır. “Uğuuuur. Hadi kalk okula. Uğuuuur. Hadi yavrum”. Zaten çocukken kimse okula gitmek istemez. Hele ki saat 6:30da kalkmayı hiç istemez. Dışarıda oyun oynamak var ve sabahın bir körü okula gidip hiç bilmediğin kelimeleri rakamları dinlemek var. Kim olsa sokağı tercih eder. Ama okul yararlıdır. Evet evet yararlıdır. Klişe oluşturuyorum evet. Oku adam ol ya da oku baban gibi eşek olma. Yıllardır virgülün işlevini bu cümleyle anlattınız ulan milli eğitim. Başka bir söz bulamadınız mı elalemin babasına dil uzattınız. “ah çocuklar bakın Türkçe’nin bir cilvesi daha. Noktayı kaldırınca noldu. Babanız eşek oldu. Çoaaat! “Ebenin contası oldu. Lan kaçma gel buraya öğrtmen. Bak insan gibi söylüyorum gel yoksa hiç iyi şeyler olmayacak”. “ Ama bakın ben çocuklara sadece virg...”. “ Kes lan bıdıbıdı. Bak abicim bundan sonra çocukların babaları hakkında kötü cümleler sarfetmeyeceksin”. “ Ama ba...”. “ Sus önce adam gibi laf dinle. “ Sonuçta baba da kutsaldır anne kadar olmasa da. Tamam anneler günüdaha önemli olabilir babaların gününden. Hatta babalar gününü babaların gönlünü almak için de uydurmuş olabilirler ama bizim de bi canımız var. Biz de insanız sonuçta. Ama senin bu yaptığını hiç yakıştıramadım öğretmen kimliğine”. “ Çok özür dilerim bayım bir daha olmayacak”(boyun eğilmiş bir halde). “ Şimdi siktir git gözüm görmesin seni”. “ Ehehe gidiyom”. “ Hadi çocuklar hoplayıp zıplayın ders düştü dop oynayın zokakta dilediğiniz gibi. Eğer öğretmeniniz bir daha ananıza babanıza laf atarsa arkasında beni bulur iletirsiniz”. “Hadi eyvallah çocuklar”. “ Eeeyvallah amcaaaa”.

Bu amcayı tanıdınız mı? Adı Osman. Her mahallede bulunan bıyıklı göbekli iri kıyım babacan amcalardan biri. Bunları tuzla tersanelerinde merdiven altında üretiyorlar. Sonra da salıyorlar sokak arası mahallelerine. Amaçları istihdam sağlamak, insanların yaşam standartlarını yükseltmek ve mahallelere hareket kazandırmak. Bu hareket sayesinde de giren çıkandan çok oluyor, işletme kar etmiş oluyor. Osmanları sevin. Gerçekten güzel insanlardır. Mahallenin gençlerini korumak için üretilirler. Sabahın ilk saatlerinde evden çıkarak esnafları tek tek dolaşıp çaylarını içmek suretiyle aslında mahallede devriye gezerler. Çaylarını içtiği dükkanlara bir iki espri salıp yan dükkana kaçarlar. Amaçları bizim güvenliğimiz. Öğlene kadar devriye gezdikten sonra kahvede babacan geyik muhabbeti yaparak ortamın odak noktası olmayı kolaylıkla başarırlar. Millet gıptayla bakar Osman’a. Öğleden sonra da okuldan dönen öğrencileri kollamak için sokakta dükkan önlerinde taburelerde otururlar. İsteyen olursa tavla oynamaktan hiç çekinmez. Verir üç marsı sıkıştırır kolduk altına tavlayı. Akşam olur eve gider “var mısın yok musun”u izler sonra sıçar sonra yatar. Dediğim gibi amaçları sadece sevilmek. Bir karıncayı bile inciltemez Osman’lar.

8 Eylül 2009 Salı

Koş Uğur Koş

Mirkelam geldi aklıma. O da hep koşardı. Ama ben ters tarafa koşuyorum.

10 Temmuz 2009 Cuma

logotype

kendim için saykodelik logotype denemem

22 Haziran 2009 Pazartesi

Rötüş

rötüş denemeleri serisi

Otoportre




1 Mayıs 2009 Cuma

odak nokta

Her üniversiteli gibi kantinde zaman öldürüyorduk. Ama sakın beni kantinde yatıp kalkan diplomasını kantinden alan gençlerden saymayın. Kış aylarında güzel bi hava bulmuşken oturalım dedik hepsi bu. Off o insanlar nedir öyle. Sabah 9 akşam 6 kantinde yer kaplıyorlar. Yoksa o insanlar maaşlı çalışan filan mı. Sürekli kantinin masalarını işgal ediyorlar. Ve hep aynı tipler. Evet evet bu insanlar para alıyor. İyi iş valla oturduğun yerden para kazanmak. Neyse.

Masada oturuyoruz. Konuşulmasa da olur dediğimiz konulardan bahsediyoruz. Söylesek de söylemesek de hayata karşı görüşümüzü ya da herhangi bir düşüncemizi değiştirmeyecek şeyler. Kantinin havasından kaynaklanıyor olsa gerek hiç aldırış etmiyoruz. Konudan konuya atlıyoruz. Beş kişi boş boş konuşuyor işte. Havadan sudan muhabbetler. Normalde öyle toplu sohbetlerde pek konuşmam. Sadece ilgi alanıma giren konularda cesaret edebilirsem konuşurum. Niçin cesaret edemiyorum? Birincisi “r” özürlünün tekiyim. “Adın ne? Uğuv. Ne? Uğuv. nuh mu? Uğuv ulan ovospu çocuğu uğuv.”. İkincisi çok hızlı konuşurum ve bazı kelimeleri yutarım.” Yabnyledüşünmüyorumaslında. Gieceksnadamgiioynayacaksn. Ne? ...” İki türlü de aldığım cevap aynı. Bu cevaptan sonra tekrar izah etmesi insana en çok koyanı. Hele ki tekrar aynı cevabı alıyorsan hiç konuşasın gelmiyor “neyse boşver” diyip atıyorsun kenara. Toplu sohbetler işte bu yüzden ısdırap gibi geliyor bana. O yüzden genelde susar çok ender konuşurum.

Bu sefer durum biraz farklıydı. Cesaretimi toplayıp ilgi alanıma giren konuya atladım. Fikrimi söyledim ve anlaşıldı dediğim. Sonraki dediğim de, sonraki dediğim de. Sonra da zaten dilim açıldı vır vır konuşuverdim. Artık arkama yaslanarak konuşmaya başlıyordum. Kendime o derece güveniyordum. Gerisini siz düşünün artık.

Sohbetlerde genellikle odak noktası kişiler bellidir. Onlar masaya oturdu mu herkes onu güldürmeye çalışır anlattıklarıyla. “Olum Güray geçen gün noldu... Sonra da görmeliydik yerlere attık kendimizi”. Peki bu Güray nasıl gibi de ona konuşuyor herkes. Bok gibi adam. Şaka şaka severiz kendisini(şimdi bu yazıyı okur mokur belli mi olur). Bizden ne fazlası var ne eksiği. Peki neden herkes ona konuşur orası bilinmez. Bunları yazan ben de bazen bu gaflete düşerim. Odak nokta kendisini bana çevirmişti. Artık sohbetin yeni odak noktası belliydi. Bendim. Derken o geldi. Çalıların arasında pusuda bekliyormuş meğer. Hop oturdu sandalyeye. Onu da severiz tabi de yaptığı çok ayıptı. Sohbetin odak noktası ben oluyorken birden sohbete girip havayı dağıttı. Buradan adalet bakanlığına sesleniyorum. Bunu suç yapın cezası çok ağır olsun. Müebbet hapse kadar gitsin cezası. Havayı dağıttı ve odak nokta adam sandalyesini ona çevirdi. O sandalyenin yerde çıkardığı ses hayatımdan bir 5 seneyi silip süpürdü. Yavaş yavaş küçüldüğümü hissediyordum. Ayıp denen bişey var lan. Ovospu çocuğuuu! İnsanın hayatıyla oynuyorsunuz resmen. Öyle pat diye konuya girilip odak nokta ayartılır mı. Piç! Arkama yaslanmıştım lan! Senin yüzünden kambur oturmak zorunda kaldım masanın diğer ucundaki sohbeti duyabilmek için. Buradan sana sesleniyorum karşıma çıkayım deme. Bu boyumla böcek gibi ezerim seni. Kambur oturup pür dikkat masanın diğer ucundaki sohbeti dinlemeye çalışıyorum. Her fırsatta konuya girmeye çalışıyorum. Konuya gireyim ki bana dönsünler tekrar. Ama inanır mısınız hiç duymuyorlar beni. Yine heyecandan hızlı konuşmaya başlıyorum herhalde. Onlar da sohbet konusunu kaçırmayayım diye dönüp de “ne?” diye sormuyorlar. İşin en acı tarafı da çaresizlikten söyleyeceğim şeyi yanımdaki başka kişiyi dürtüp ona söylemek. Düşünsenize ortada bi sohbet var ve kendini duyuramıyor sohbete bir türlü giremiyorsun çaresizlikten tek kişiye söylüyorsun söylemek istediğini. Bunu diyorsan eğer o sohbete asla giremeyeceksin demektir bu.

Saydan uzaktan can çekiştiğimi görmüş ve yanıma sandalye çekip oturdu. Ama ben kafaya koymuştum bi kere. O sohbet kapanmadan girecektim. O kız konuyu birden “happy tree friends”e getirdi. Bu benim için büyük bir fırsattı. Çünkü yıllardır telefonumda bu manyak çizgifilmin müziği durur. Arada açar gülerim boş boş. İlgiliyim yani. Hakkında hiç düşünmeden 5 cümle kurabilirim. Bu da sohbette iyi bir artıdır. Peki ben ne yaptım ağzımdan müziğini çıkardım.kafama taş düşeydi de hastanelik olsaydım o an. Ancak o zaman dikkatleri üzerime toplayabilirdim. Bırakın duymayı hiç tepki bile vermediler. Konuşmalarında saniyelik duraksama bile olmadı. Saydan da anladı durumumu. Gülmeye başladı yanımda. O da az piç değil her hareketime güler. Ama severim keratayı. “hani şey var ya” diye başlarım ve ne demek istediğimi anlar gülmeye başlar. O derecedir aramızdaki bağ. Ben de bir Saydan’a baktım bir de odak noktaya. Sonra da yaslandım arkama. Çevirdim sandalyemi Saydan’a.

27 Nisan 2009 Pazartesi

içimdeki ses

Ne diyon lan sen! Döverim bak seni! Kaçma lan gel buraya! Diyerek kovaladım o çocuğu. Çocuk dediysem ben de çocuğum. Lafın gelişi dedim. Aramızda 3 yaş fark vardı. Niye mi kovaladım? Orada adam akıllı top oynamaya çalışıyoruz, yaz tatilinin keyfini çıkarmaya çalışıyoruz abisine güvenip sataşıyor ibne. Normalde sakin biri olmama rağmen o an gözüm döndü. İlk defa birini dövecektim. Kararlıydım evet. Lise birinci sınıfta teşekkür belgesinin yanında bir de onur belgesi alarak kendini bile şaşırtan ben birini dövecektim.

Hızlı olduğumdan pek uzun sürmeyen kovalamacadan sonra yakaladım o ibneyi. Yatırdım yere sarsıyorum. Dakikalar öncesine kadar dövmekte karar kılan ben bir türlü vuramıyordum. Birkaç sarsmadan sonra ilk hafif darbeyi patlattım yüzünde. Sanırım ona gıdıklamak deniyordu. Vicdanım rahat bırakmıyordu beni. Def edemiyordum bir türlü. İçimdeki sesi durduramıyordum.

Kendi iç çatışmamdan sonra bir tane daha vurdum kafasına. Sanırım öncekinden daha sertti bu. Zaten vurduktan sonra pişman oldum. Çünkü abisi oradaydı. Ve yanında arkadaşları vardı. Bendeki de nasıl bi kararlılıksa abisinin ve abisinin arkadaşlarının yanında çocuğu kovaladım, yere yatırdım ve pataklamaya başladım. Nerede lan o onur belgesi alan lisedeki hocalarının sevgisini kazanan diğer öğrencilere örnek olarak gösterdiği Uğur. Gitmiş yerine serseri gelmiş. Yok o kadar da abartmayayım. Sonuçta hafiften pataklıyorum.

İşte tam o anda abisi olaya el koymaz mı. Valla koydu. İşin komik yanı bir süre izledikten sonra el koydu olaya. Belki de kardeşinin kendi başının çaresine bakabileceğini düşünerekten bekledi biraz. Kim bilir? Tam da üçüncü kez vuracaktım ki elim havada kaldı abisinin sesini duyunca. Kafamı çevirdim on metre ötede arkadaşlarıyla oturuyor ve bizi izliyor hepsi. “Yeter artık bırak çocuğu gel buraya” dedi içlerinden biri. Tabi o anda onur belgesi alan uğur geri döndü. Pısırıklaştım korkudan. Keşke içimdeki sesi dinleseydim diye söylenmeye başladım yine içimden. Yavaş yavaş ve ne yapacağımı, neler olacağını düşünerek yürüdüm. O yürüme anında ne yalan söyliyim hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti korkudan. Belki de şu amerikan filmlerini çok özendiğimden zorla geçirdim o şeridi gözlerimin önünden. Film bittikten sonra yüzü gözü kan içinde gördüm kendimi. Ve yanlarına vardııım.

Diz kapaklarım titreye titreye duruyorum karşılarında. Kendimi mülakatta gibi hissettim. Dört kişi oturmuş ben de onların karşısında ayakta dikilmişim. Ortada oturan ayağa kalktı ve bana beş karış tepeden tip tip bakmaya başladı. Kaşları çatıktı benim de masumdu. Bana baktı ben de ona baktım. O an birbirimize aşık olmadık tabi. Öyle bi anlatıyorum ki. Ağzını açtı ağır ağır. “Sen ne yaptığını sanıyorsun ha? Yazık değil mi kaç yaşında çocuğu pataklıyorsun. Ayıp lan ayıp!”diye yüzüme vurdu kelimelerini. Bu sert tavır üzerine elim ayağıma takıldı. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Sonraçaresizce açtım ağzımı “Yok abi şey ben aslında (korkudan ağızdan çıkan cümlenin başlangıç kelimeleri) çok da sert vurmuyordum. Hem gerçekten uyuz etti beni. Yoksa öyle saldırgan bi tip değilim”, dedim. Ağzımdan çıkana kendi kulağım bile inanmıyorken karşımdakinin inanmasını bekliyim beni pataklamamasını diliyordum. Uzun süre sessizlik oldu. Adam arkasına çocuğun abisine döndü.( ya bu arada adam dediğime bakmayın bildiğin 18 yaşlarında gençti. Ben küçük olduğumdan adam diye yer etmiş bilinçaltımda) sonra ağırdan bana döndü tekrar. Herhalde arkasını döndüğünde abisinden beni dövmek için onay aldı ki sert bir şekilde “ sen beni tanıyor musun dedi”. Ben de “yok abi tanımıyorum valla” dedim. Buna sinirlenmiş olsa gerek arkasını döndü vee: “this is spartauuaaaaa” diyerek tabanını göğsüme yapıştırıp hemen arkamdaki dipsiz kuyuya itti beni. Hehe tabi böyle olmadı. Ama buna yakındı olanlar. “benim adım gökhan çakıııır!” diye böğürdü. “Eyvah beni birazdan dövecek. Sonra da yiyecek ham yapacak” diye sayıklamaya başladım. Ama korktuğum olmadı neyse ki. Bunu dedi ve dinginleşerek şu sözlerle bitirdi sözlerini: ” şimdi git özür dile arkadaşından. Bi daha da o çocuğun kılına zarar verdiğini görmiyim. Bozuşuruz ona göre”

Bunun üzerine güldüm. Heyecanımı tam atamadım herhalde ki hala korkuyordum adamdan. Gerçi kim korkmaz o adamdan.” Peki abi bi daha olmaz söz” diye mülakat odasından ayrıldığım gibi gittim çocuğun yanına. Zıplayarak “mülakatı geçtim artık popstarım” demedim tabi. Gururuma yenik düştüm ve benden üç yaş küçük çocuğu yerden kaldırdığım gibi özür diledim. Bir daha olmayacağı konusunda söz verdim. O sırada abisi uzaktan özür dileme bölümünü dikkatle izliyordu. Birden yüzünde çok küçük bir tebessüm belirdi. Onu görünce sevinmeye başladım. Sevincimden de gülmeye başladım.

Ha sonrasında ne mi oldu? Hemen söyliyim. O patakladığım çocuk iki yıl sonrasına kadar benimle dalga geçti kendisine zarar gelmeyeceğine güvenerekten. Her gördüğünde sataşmaya devam etti. Ben de görmezden geldim her defasında. Ama içimdeki ses onu dövmemi söylüyordu her defasında.

22 Nisan 2009 Çarşamba

türkiye diyabet vakfı

türkiye diyabet vakfı
(pelin türker)
türkiye diyabet vakfı reklam kampanyası
"sırasıyla" farklı zemin renklerinde logo çalışmaları, çocuk logosu, teaser ile afiş serisi ve broşür örneği

eti çikolata keyfi naneli

eti naneli çikolata keyfi
(ilhan bilge)
eti firmasına "hayali" naneli çikolata ambalajı

eti süt

eti süt
(ilhan bilge)
eti firmasına "hayali" süt ambalajı

19 Nisan 2009 Pazar

sofra kakao

sofra kakao
(ilhan bilge-pelin türker)
sofra kakao ambalaj ve reklam kampanyası(gazete ilanı)


exlibris

grafik şekillendirme
(sema ılgaz temel)
exlibris taslağı
(lino baskı ile uygulandı)

tony levin - resonator

grafik resim II
(savaş çekiç)
albüm kapağı
tony levin-resonator
(king crimson'ın eski bassçısının solo albümü)

ergen

grafik resim II
(savaş çekiç)
çizgiroman
(ergenlik sivilcesine espirili bir yaklaşım)

zıt tasarımlar

tasarıma giriş
(ragıp istek)
venüs dergisi sayfa tasarımı örneği
(konu griş ve devam sayfası)

henüz erken

illüstrasyon III
(yusuf ziya aygen)
slogan bulmakta zorlandığım nükleer santrallerle karşı bir afiş

organik tipografi

tipografi III
(savaş çekiç)
organik tipograf(psychedelic)

18 Nisan 2009 Cumartesi

organik tipografi

tipografi III
savaş çekiç
organik tipografi (psychedelic)

entertainment source-act of war

yaşam kağnağı SU. eğlence kaynağı SU. fakat bu gidişle savaş nedeni olacak bu SU.

EZiK

Yine bir çarşamba sabahı. Uyuyamadım. Kargalar daha büyük abdestini şeetmeden uyanıverdim. Uyku tutmadı. Sağa dön yok sola dön yok. "Eeh yeter mına koyim" dedim ve apar topar kalktım yataktan. İki kat yorgandan sonra kendimi martın sabah serinliğinde kırlarda çırılçıplak koşarmış gibi hissettim. İliklerime kadar dondum ulan. Hemen üstüme hırkamı geçirdim. Kahretsin o da çok soğuktu. Yine donuyordum. Camı açtım içerisi havalansın diye deermişiiiim. Masamın üzerindeki boş a4 kağıtlarının ve hemen dibindeki kurşun kalemlerin yakınına gittim. Eğildim ve bilgisayarımı açtım. Açılmasını beklerken duvara baktım boş boş. Bilgisayar açıldı ve her zaman yaptığım gibi feysbukumu lastefemimi ve emesenimi açtım. Emesenden Umut Sarıkaya'ya mail attım;"Bugün buluşuyoruz unutma". Buluşmaya boş gitmemek için programları aşşaa indirip WordPad açtım ve yazdım;

"O gün Saydan'la her salı olduğu gibi pide yemek için çıktık okuldan. Yanında arkadaşı vardı. hep beraber yürüyoruz pideciye doğru. Tipik bir kış havası vardı sokakta. Evet sokaktaydı hava. Caddelerde ya da E-5 üstünde yoktu bu kış havası. Tipik kış havası işte. Havanın kasveti yürürken insanın dik durmasını engelliyordu. Bunalımlı bunalımlı yürüyordu insanlar. Bir de kamburumu hesaba katarsak süründüğümü söylesem abartıyor sayılmam. Hadi kasveti geçtik hava yağmurlu. Hiç sevmem yağmuru. İnsanlar ne zevk alır yağmurda deliler gibi koşturmaktan hiç anlamam. Tamamen aptallık ve şapşallık olarak görürüm. Bi de rüzgar varsa -ki o gün de yüzgarlı olacağı tutmuş havanın- asla ileriye bakamazsın. Ya da benden kaynaklanan bir şey bu. Kendim öyleyim diye genelleme yapıyor da olabilirim. Hmm.... Düşündüm de gözlük takanları bu genellemeden kapı dışarı edebiliriz. Onların gözüne yağmur damlası girmesi gibi sorunları olamaz. Düşünün kasvetin ağırlığı ve rüzgarın hızlandırdığı yağmur mermileri. Asla yürünmez. Yürüyemedim de zaten.

Kambur kambur yürümeye çalışıyorum. Önüme çıkan hiçbir şeyi göremiyorum haliyle. Direye yaklaştığımı direkle aramda yirmi santim kala farkediyorum ve ani bir çalımla kendimi tehlikeden kurtarıyorum. Sonra karşıma başka bir direk çıkıyor... Sonra bir adam, köpek, araba...

Bu sırada Saydan'la arkadaşı sohbet ediyor ben de fırsat buldukça sohbete eşlik ediyorum. Nasıl bir eşlik etmekse bu artık. İkisi de sabit bir şekilde yürüyor. ne direğe çalım atıyorlar ne de yer değiştirmek zorunda kalıyorlar. Dışarıdan bakan birinin gözüyle: " Yürürken sohbet eden iki insan ve bu sohbetin dışında kalmış sadece aynı yöne gittikleri için beraber yürüyen bir üçüncü şahıs. Aralarındaki tek muhabbetin merhaba nasılsından ibaret olması." Dışarıdan bakan bir başkasının gözüyle de: "Hocasını koridorda koşuştururken yakalayan bir öğrencinin adamın peşinden sadece bir soru sormak için koşturması. Hocanın öğrencisini siklememesi, "hıhı, evet, öyle" umursamaz cevaplar vermesi, öğrencisinin de metrelerce hocasının peşinden koşmaya ve hocasına sorular sormaya devam etmesi. Hocanın abartıp telefonunu cebinden çıkarıp görüşme yapması(ya da öğrencisi peşini bıraksın diye görüşme yapıyor gibi yapması), öğrencinin de "neyse iyi günler hocam" diyip durması ve hocasını arayı hızlıca açtığını izlemesi". Dışarıdan bakan herkesin gözüyle "Ezik lan bu çocuk".

Evet lan Ezikim. Yağmur ve kasvet bahanem. Sohbete girmek için kıçımı yırtıyorum ama bir türlü uygun anı yakalayamıyorum. Önce Saydan'ın yanına geçip aramızda geçen komik bir anıyı hatırlatıyorum sırf benim de içinde geçtiğim bir konu çıksın ben de katılayım diye. Ama saydan siklemiyor bu dediğimi. Evet bana bakıyor o anda. Dinliyor. Sonra kafasını sola arkadaşına çeviriyor. Sohbete kaldıkları yerden devam ediyorlar. Demek ki beni dinlememiş. "Mınakoyim lan bi dinle adamı hasta etme" diye söyleniyorum içimden. Sonra arkadaşının yanına kayıyorum üstün manevra yeteneğimi kullanarak. Çevikliğim bu konuda işe yarıyor. Sohbetin noktasını bekledim ve beklediğim an geldi.ağzımı açıp cümleme başlayabilmek için nefes aldım. Aldım almasına da "ne diyecem lan ben şimdi" diye içimi dövdüm. Kızı tanımıyorum ki. Daha yeni tanışmışım. Ne söyleyebilirim ki o anda. "Nerelisin" ya da "Hangi okulda, hangi bölümde okuyorsun" gibi soruları sormak için en uygunsuz zaman olduğunu düşündüm ve ağzımı açığım gibi nefes verip kapattım. Sonra tekrar Saydan'ın yanına geçtim ve hiçbirşey konuşmadan onlarla beraber yürümeye devam ettim. Arada sohbetlerinde dikkatimi çeken yerlerde kafamı onlara çevirdim ve dinledim. İşta bu çok ezik bir durum; "İki kişiyi sohbet ederken dinlemek".

Yürüyoruz. Yolun son çeyreğine yaklaştık. Ama ben hala ritim tutturamadım. Bir hızlanıyorum bir yavaşlıyorum. Yolun karşısına geçerken birden hızlanıp onları geçiyorum ve karşıda onları beklemek zorunda kalıyorum. Ağaca yaklaşıyoruz onlar tek vücud yürüyorlar ve hiç yerlerini değiştirmeden hiç dağılmak zorunda kalmadan ağacı solluyorlar. Ama beni hesaba katmadıklarından kendi başıma solluyorum ağacı ve ne ritim kalıyor ne konum. Tekrar eski yerime gelmek için hızlanıyorum sola doğru. Sonra bir direğe yaklaşıyoruz, sonra da insan sürüsünün içinden geçiyoruz. Yine onlar tek vücud ben tek vücud.

Ve bu ızdırap gibi geçen on dakikanın sonunda pideciye vardık. Kapının gibindeki masaya oturduk. Önce arkadaşı oturdu saydan da karşısına geçti. Ben de kararsız kalıp arkadaşının yanına oturdum. Pideleri söyledik. İçerideki buram buram kebap kokusu burnumda şölen etkisi yarattı adeta. Acıktırıyordu da aynı zamanda. İşte bu olaya bayılırım."Oh be sonunda ızdırap bitti. Oturduk pideleri söyledik. Koku şöleni eşliğinde acıkarak pidelerin gelmesini bekliyorum. Bundan güzel an olur mu hiç" dedim kendi kendime (tabi içimden). Ama ızdırap geçmek bilmiyordu. Düşünmeden kapının dibindeki sandalyeye oturduğumu farkettim kapı sürekli açılıp kapanınca. Her açıldığımda iliklerime kadar titriyordum. Ama yerimi değiştirmeye utandım o an. Neden yer değiştirdiğimi merak edecekler. Sormayacaklar nedenini ve akıllarında soru işareti kalacak. Montumu giymek geçti içimden. Ama hiç akıllıca olmayacağını düşündüm. Utandığımı yerimi değiştiremediğimi düşünürler diye vazgeçtim bu düşünceden. Zaten pideler gelince mecburen çıkarmak zorunda kalacaktım. Montumun kollarını yağ içinde bırakacak değildim herhalde.

Saydan tuvalete gitti ve arkadaşıyla yalnız kaldık. O sırada biraz sohbet geçti arada. Bu anlarda sus pus oturmayı kimse sevmez. Boş da olsa olsa konuşma gereği duyar insan. Sonra kız sigarasını aldı eline. "Rahatsız olup olmadığımı sordu". Ben de "Dumanı bana gelmezse sorun olmaz" diye karşılık verdim. Ama yaktığı anda sigaranın dumanını ciğerlerimde hissettim. Hiçbir şey demeden karşıya geçtim. O da farketti rahatsız olduğumu bişey demedi. Çünkü anladım farkettiğini. "Artık gönül rahatlığıyla oturabilirim" dedim içimden.

Saydan da geldi. Yine onlar muhabbet ettiler ben de dinledim. Ve kurtarıcı geldi. Garson pideleri getirdi. Burnumdaki şölen gözlerime de sıçradı pidelerin o görüntüsünü görünce. (İnanır mısınız şu anda bu satırları yazarken acıktığımı hissettim. Ama saat gecenin 2:44'ü. Bisküviden başka birşey bulamam mutfakta. Neyse kendime bir bisküvi açayım. Geldim). Nerede kalmıştık. Pideler... Afiyetle yedik pideleri. Günün en eğlenceli anıydı o yarım saatlik kısım. Çünkü dilime yansımıştı şölen.

Pideler bitti, hazmettik yediklerimizi ve kalktık. Ve tekrardan başladı ızdırap dolu dakikalar. Önüme ilk çıkan direği tuttuğum gibi söktüm yerinden. "Yeter mınakoyim dır dır dır amma konuştunuz! İki dakka susun adam gibi laf dinleyin!" dedim. Korkmuşlardı. Birden kendime geldim. "Durun korkmayın" dedim. Yaklaştım yanlarına elimde direkle. Geriye hamle yapmaya başladılar. Ben de onlar geriye hamle yaptıkça ileri, onlara doğru hamle yaptım. Bir iki derken geri dönüp koşmaya başladılar. "Durun kaçmayın benden" diye bağırdım arkadalarından. Baktım durmuyorlar kovalamaya başladım elimde direkle. "Eeh yeter mınakoyim bi durun da dinleyin!" dedim ve direği onlara doğru fırlattım. Direk arkadaşının kafasına isabet etti. Koşarak yanlarına gittim. Yerde yatıyordu kız. Saydan da dibinde dizleri üstüne çökmüş durumda kızı kaldırmaya çalışıyordu. Dağ gibi uzun sivri bi şişlik belirdi saçlarının arasından. Ayağa kalktığı gibi bayıldı. O an saydanla göz göze geldik. "Mınakoyim naptım olum sen!" diyip kovalamaya başladı. Ben de kaçarken " Olum istemeden oldu napayım" diye şapşal şapşal gülerek karşılık verdim. Ama o durmadı beni kovalamaya devam etti, ben de pişmiş kelle gibi sırıtmaya."

Evden çıktım direk kopi sentıra. Uzun süre bekledim iki tane kağıt için. Nihayet bitti ve koşarak buluşma noktasına gittim. Bu Umut beni durakta bekliyordu. Belli ki çok bekletmişim. Ayağıyla yere tempoyla vurarak saat saatine bakıyordu bu yarrak gibi adam. Beni gördü ama kolunu indirmedi tepkisini belli etmek için. Haklıydı piç çok beklettim. Neyse hemen yandaki dönerciye oturduk. Hiç sohbet yoktu ama. İkimiz de harıl harıl elimizdeki yarım et döneri bitirmeye çalışıyorduk. Dönerim önce bitti ve çantama uzanıp içine alelacele tıkıştırdığım kağıtlarımı çıkardım ve önüne attım yarraan. Hiç birşey söylemedim. O da anladı okumasını istediğimi. Nasıl da kendini beğenmiş. Göz ucuyla okuyor bir de. Utanmaz ırz düşmanı seni. Sessizlik oldu uzun süre. Okuyordu. Okudukça da sinirlenmeye ve sinirini belli etmeye başlıyordu. Artık sonuna gelmişti sanırım. Çünkü baya süre geçti aradan. Ve bir çığlık belirdi. Kart bir çığlık. Hayır çığlık değil anırmaydı. Öküz müdür nedir? Orrr... Neyse. Adam ayağa kalktığı gibi masadaki tuzluğu kafamda parçaladı. "Ne lan bu. Beni mi taklit ediyorsun. Senin saçını başını yolarım şıllık" diye bağırtıya dönüştü o algılayamadığım anırması. O an benden güçlü olduğunu hissettim ve korktum. Hem de çok. "Abi yapma nolur. Söz bir daha olmayacak. Bırakacağım artık bu işleri. İyi aile çocuğu olacağım. Bak ne güzel konuşuyorum Türkçe'yi." dedim ürkek bir ses tonuyla. Ama bu ses tonu onun gücüne güç katmıştı adeta. Ustanın çevirdiği döneri almadı eline onun yerine sakinleşmeyi tercih etti. Sağ elinin baştaki üç parmağını birleştirip nasihat moduna girdi adam. " Bak oğlum. Adam gibi laf dinle ve bırak bu taklit etme işini. Telif hakkı diye birşey var sonuçta. Sen farkına bile varmadan donuna kadar alırım. Şimdi topla pılını pırtını ve defol mutfağımdan da evimden de. Ben de bunun üstüne daha fazla cevap vermiyip kağıtları masanın üstünden ekmek kırıntılarıyla birlikte alıp çantama tıkıştırdığım gibi kapının yolunu tuttum. Cevap veremediğim için kapıyı hızlıca çarpmakla yetindim. Arkamdan söyleniyordu "Vay utanmaz. Bacak kadar boyuyla beni taklit ediyor. Bu da yetmezmiş gibi kapıyı yüzüme çarpıyor orospu çocuğu".

not: bu yazım tamamiyle olmasa da hayal ürünüdür. ayrıca umut sarıkayaya karşı hiçbir kin beslememekteyim. aksine yazılarını ve karikatürlerini büyük bir beğeniyle takip etmekteyim +rap